Tuesday, November 21, 2006

Biz (en azından ben) yokluklarla buyuduk..YOKluk ne demek bir hatırlayın…olmadi mi resimlere bakin..resimler YOK mu YOKsa..

nelerle ve kimlerle nasil savasiyoruz, dusunuyorum simdi..

Gozlerim doluyor, okumaya calisan gencecik iradeler, kendilerinden ote..

Hepsi farklı bir yerde simdi, nerde, bir mail -var ya artik- bile yazamayacak kadar yenik mi hayata..

Dik durup savasmak, ellerinde diger iradeyi hissetmek, el ele..

Bu mu korelme??? Yanliz basina huzurevinde beklemek mi olumu, yoksa yillanmis bedenini zorlamak mi hala, ayakta, on sirada..

Bogazi duyumlenerek mi okumak bunu, uzulerek mi yoksa evetlemek icin heyecanmak mi..

kol kaslarinin gerilmesi mi, gucsuzlesmesi mi.

Ses mi, seda mi..

Ses..1..2..3..

Monday, September 25, 2006

Ortak PaYdA .!.

Birileri kafami acti. Ortak payda da bulusmalı mıyız dedi. Bulusmak kelimesini gectim – ki birden fazla kisi bulusur, o yuzden tek basina karar veremezsin – ortak payda nedir ki? Oncelikle bir matematik teriminden turemis bir yapısı var..Payda diyoruz cunku. Arac olabilir matematik ama hepimiz kullanıyoruz, yoksa kimse bakkala gidip bana komur vermiyor aldigi ekmek yerine..para kullaniyorsak, matematik oralarda biryerlerde.. ve hep bize ogretilen matematigi kullaniyoruz ve sasiriyoruz, 3 kisi bulusunca 1 kisi de okeye ariyoruz, neden 2 kisi aramiyoruz, cunku okeyin kurali bu..4 kisi oynanir..bir dayatilan durum daha, okey en fazla 4 kisi oynanir..nasil oynanmasi gerektigi ile ilgili dayatilmadan bahsetmiyorum bile..birileri okey istakasini havaya atarsa olmaz iste o Okey, hem istaka dedigin sey neden oylede cember seklinde degil.. bir dayatma daha…

Bir de ayni payda da buluscak misiz..

Ortak? Payda? hele ki "Ortak payda" ?

O ne ki..

Friday, September 08, 2006

Sigara?!

Hic kafasi kel, ayaginda turuncu sandaletiyle kumsalda yuruyen hemencecik beyaz t-shirt'unu cıkarabileme kapasitesi olan dumduz hatlarıyla ilgi sahibi ve cekim noktasi olan birilerini gordunuz mu? ben gordum..

arkadas toplantısı sonrası uc adet minderi birlestirmis ve ustune devrilmis, usengeclikten ustune battaniye, pike veya yorgan almamıs, yorgun bir suluet yerde yatan... pencereden ısı ve ısık girmekte gozune dogru.. uzerinde turlu muhabbetler edilmis, bazen ciddi bazen sevimli konusmalar yasanmis balkonun kırık ve asagiya dogru sarkan kapısı ardina kadar acik...sesler yarım agizla yankilanmkata oturma gruplarının ustunde..

usudum, cok usudum, titriyerek gozlerime hakim olamıyorum..

caliyor..O ariyor..kim O acaba..herkesin bir O'su yok mu..Oturusu, Oflaması, Oluşu, O'su...O ariyor...Konusamadim O'nunla..sebebi onemli degil..Ne farkeder, bahane uydurmak kolay, duygular ise gercek. Ne desem inanmayacak O..inanci gitmis..Guvenle birlikte.. diger inanclar ve guvenlerle nerdeler acaba.. Yoksa bir arkadas toplanmasındalar mı..baklonda yapılan..O yok ama, O nerde?

O aslında turuncu terlikli beyaz şortlu..kafasi duman..ates kirmizisi..bitiyor..eriyor ve ben daha cabuk erimesi icin cekiyorum bir nefes..daha hızlı bitiyor beyaz sortlu..turuncu terlik kalan, onu da diger terlikler gibi sondurdum tablaya..

sonu gusel ama son nefes gusel...soona sondur tablaya..

O son buluyor, yeni O'lar sirada...

Ama bagimlisisin Onlarin...Onlarcasina..

bir nefes cek, titreyerek..

O bitti...

Friday, September 01, 2006

NeDeN?!

İnsanoğlunun en çok kullandığı soru kelimelerinden biri NEDEN. Türkçede belki de o kadar çok kullanılmıyor, çünkü aslında yedek parçası bol. Niçin ve Niye gibi. Ben şimdilik niçin ve niye yedek parçalarını raftan indirmeden, Neden’ler üzerine düşünmek istiyorum. “Neden otobüs gelmedi?”, “Neden böyle dedi acaba”, “Neden ben yapamıyorum”, “ Neden yapamadım bu soruyu, halbuki çok kolaydı”. Sanırım sorular gerçekten zor, sorular varolan nedenleri mi araştırır her zaman, tabii ki hayır. Neden yaratır da çoğu zaman. İşte tam da bu noktada soruyorum, Neden?



Bir doğrulama yaratmak olmasa da amaç, çoğu zaman nedensiz işler de yaparız ve sonradan anlayabiliriz ancak nedenini. İşte böyle hissediyorum ben yazarken, Neden yazıyorum diye düşünüyorum ve hemen yaratıyorum bir tane, paylaşmak, düşüncelerimi iletmek ve tartışmak için. Lakin çok da kolay bir durum değil bu. Eğer yazdıklarınızı, söylediklerinizi kimse umursamıyorsa nedensiz kalıyorsunuz.

Biz gençler olarak gerektiği kadar sormuyoruz, konuşmuyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Nedenlerini araştırmadığımız, nedenler oluşturmadığımız aklıma geliyor. Günlük hayatta kullandığımız birçok şeyin neden öyle olduğunu bile düşünmüyoruz; Ör: neden yaya geçidi işareti kesik çizgilidir? gibi. Yaptıklarımızı sorgulamazsak nasıl daha iyi yapabiliriz ki?

Bir çok değişik amaçla aynı şeyi yapıyoruz şimdilerde. Gönüllü oluyoruz. Nedeni hepimiz için şimdilik farklı ve değişik geliyor. Üzerinde biraz düşünme fırsatı yakalayınca, kendim adına farkına vardığım şaşırtıcı bir noktayı paylaşmak istiyorum. Paylaşayım ki, konuşabilelim. Konuşalım ki aslında şaşırtıcı diye ifade ettiğimiz durumun, tam da hayatın içinden olan bir olgu olduğunu görebilelim. Yaptığımız gönüllü faaliyetlerin aslında altında yatan temel bir nokta var diye düşünüyorum. Kendimizi ifade etmek, görüş, dilek ve isteklerimizi gerçekleştirmek. Bunu da aslında ben de varım ile ifade etmek gerek. Gönüllüyüz, çünkü bir zaman ve mekan aralığında biz de varız. Yapmak istediklerimiz var ve bunu duymasını istediğimiz kişiler. Tam da aslında bir duruşa destek vermek, ona katılmak olarak adlandırabiliriz. Ayrı ayrı, farklı birikimlerden insanlarız ama duruşumuz çok ortak ve bu duruşu pekiştirmek için daha çok katılım gerek, daha çok ses ve destek. Fakat sesleri de güçlü ortaya koyabilmek. Kalın, ince, uzun, kısa, detone, kadife...bir çok ses. Aynı duruş üzerine ve için.

Bu noktada daha güçlü sesler, daha etkili hareketler ve daha sağlam duruşlar için birleşmek gerek, sürece katılmak, dahil olmak ve dahil etmek gerek…

Katılımın yüksek ama daha yüksek, seslerin gür ama daha gür, duruşların sağlam ama daha sağlam olması için, hayatı Neden’lemek gerekiyor diye düşünüyorum..

Aktif, katılımcı ve nedenleyen bir dünya mümkün…

Başka bir Dünya mümkün..

NAsıL MasDer!!

Kelimelerle ifade edemediğim çatışmalar olur içimde ki su sıralar cok yasıyorum malesef . Aslında hosuma da gitmiyor değil. Bu çatişmalar tavuk ve yumurta gibi dongu halinde değil. Ama ruh halimin dongu içinde bulunması beni genelde sonuca ulasmamda geciktiriyor. Aynen masturbasyon gibi yasıyorum. Yaptıgım seyden pisman olmadıgım halde yapmasam da olurdu diyorum cogu zaman. Peki olur muydu ki? Olurdu diyemiyorum cunku yapmadıgım zaman karsılastıracak bi durum soz konusu olmuyor ortada. Yada “yapmasam da olurdu”ları birşeyleri yanlıs yaptıgım zaman bahane olarak kullanıyorum. Aynen cogu zaman bir cok insanoglu gibi actıgım kalkanın korumasında kalkan actıgımı kabul etmemem gibi. Peki yanlıs yapma korkusu nerden geliyor ve neden gitmiyor. Aslında yanlıs yapma korkusu yok bende bunu cok iyi biliyorum, benim derdimin ismi daha baska. Benim derdim dogru yapamama korkusu. Ha dogru yapamama korkusu nerden geliyor sorusuna da hemen kalkan acıyorum hemen : “gec olsun, guc olmasın...yapacaksan tam yap”. Yok aslında boole seyler. Hayat boyle surup gitmiyor. Bizden “guc olsun ama gec olmasını”lar isteniyor cogu zaman. Yada “yap da nasıl yaparsan yap”ı bekliyorlar paranın golgesınde. Evet bugun yaptıgım gibi cok seyi yapacagım yasadıgım surece. Ve bunlar beni catısmaya suruklıycek gene. Ne mi yaptım bu gun? “Hiç”. Bari masturbasyona veriyim kendimi şimdi de hiç bisey yapmıs olmıyım. Hic deilse yapmasam da olurduyla yetiniyim. Kendimi kandırayım gene. “Boş”u yasayayım “dolu”ya ozenerek.

AraBa mI, SeVgili Mi?

Soğuk, ama çok soğuk. Sıcacık bir evden çıkıp, içinde katillerin yada sapıkların olduğunu düşündüğüm birçok arabanın yanından geçiyorum, ama hepsi boş...Hiç bir ifade de yok şekillerinde...Zaten ara sıra arabalara kişilikler yuklerım. Bazısı kızgın bazısı sirin bazısı da babama benzer genelde. Ama her seferinde farklı kişilikler bulmam onlara. Kendiliginden eski karakterler yer değisitirir aralarında. Bu kişilikler onları ifadeli yapar. Ama bu seferkiler ifadesiz, garip. Belkide hareketsiz olmaları kişiliksiz yapıyor onları yada kişiliklerini bagajlarında biyerde saklıyorlar...Hergun hareket etmek için bekliyorlar ki sakladıkları curumesin bagajda. Ben genelde hareket ettirmeye calısıyorum benimkini. Bazen cok usengec ve konfor duskunu oluyorum ki yurumuyorum. Boyle zamanlarda bagajım hep bos. Ama genede onu da oglesine sogukta bırakıp dolandıgım oluyor ve geri geldiğimde donmus, yazık... Yazık ki donmus cunku o usuyunce bende usuyorum. Isıtmaya calısıyorum ama caba gostermıyorum ,oylece oturuyorum. Neyse ki kahrımı cekıyor ve kendiliginden ısınıyor ve benı de ısıtıyor. Ona gusel sozler soyluyorum ,iltifat ediyorum boylece her istedigimi yaptırıyorum. Bazen ama isyan ediyor . “Boole olmaz” diyor “git baskasını bul.” “Ben kölenmıyım” diyor. Bosver desin yahu. O nasılsa bana kusmez. Biliyorum kusmez... Cunku rahatını bozup gecenın bi yarısı bi yerden bi yere goturuyorum onu ,getirip daha az guvenli bi yere bırakıyorum bi tek yakınma yok. Temızlemıyorum ,bakmıyorum gene cıtı cıkmıyor. Ozen gostermıyorum gene banamısın demıyor. Tıpkı vucudum gibi. Ama sunun o kadar farkındayım ki ; bir gun gelecek ve dunyanın hıtlerden intikamını aldıgı gibi alacak intikamını. Oyle bombok kalacam ortada. Ona ihtiyactan degil. Sadece hayatımdaki yerinin buyuk olmasından dolayı. Tıpkı eski sevgililerim gibi bırakıp gidecek beni ama ben gene baska bi sevgili bulacagım kendime... Sogukta bırakıp , aglatıp , guven duygusu vermıyecegım ve ozen gostermeden ısıtmasını bekliycem beni. Ta ki ,evet ta ki beni bi ucurumdan asagı atana,bi kopru ayagına vurana, yada baska bir bakıma muhtac sevgiliyle burunlarını toslayana kadar. Onu da cok onemsemiyorum. Zaten olu bi adam için cok buyuk dertler bunlar. En iyisi bosvermek sevgiliyi. Arabam yetiyor gibi. O da bir yere kadar.

SiVil..

Uzun solukların sessizleştiği, yarının bugünden değersiz hale geldiği, sözcüklerin olumsuzlaştığı, söyleşilerin boşaldığı, ilişkilerin basitleştiği bir bilgisayar oyunu hayat ve kibirlice duruyor karşımızda. Elimize yakışmayan kumandalarla ne kadar da aşinayız bu oyuna, bir o kadar da bizim bu oyun, biz yazıyoruz sonraki bölümlerini. Amaç ne diye soran yok bu oyunda, sonunda ne var, ne elde ederiz soruları çok uzak bizlerden. Tek düşündüğümüz yüksek bir skor yapmak ve adımızı yerleştirmek rakiplerimizin üstüne. Üstüne evet üstüne bir de inkâr ederiz, değişik kılıflar buluruz oynama amacımıza. Konuşmaya, yazmaya başladığımız günden itibaren bilinçsizce içindeyiz zaten bu oyunun. Pek azımız konuşmaya başladığımız günden itibaren dinlemeye mecbur bırakılmadık, pek azımız şanslıyız bu oyunda. Şanslı örneklerimizden birisi Voltran. Tanımayanımız var mı Voltran’ı. Hani etrafta bir sorun olur, uçarak gider elinde sonradan çıkarttığı ışın kılıcıyla. Nedendir bilinmez ayağı, bacağı, gövdeyi oluşturan cengâver aslanlar çözemez etrafındaki sorunları tek başlarına. İlla ki Voltran’ı oluşturmalılar. Sonra da ışın kılıcını. Nedir bu birleşmenin sırrı merak ettim çocukluğumda, şimdi ise daha iyi anlıyorum sebepleri yaşadıkça birey olarak yalnızlık korkusunu kalabalıklar arasında.

Kuru kalabalıklar arası koşturmaları yaşıyoruz ve yol arkadaşları ediniyoruz süreçte ister istemez, sırtımızı yaslayabileceğimiz birilerini arıyoruz. Ve mantık ve gönül süzgecimizden geçiyor insanlar habersiz, kimileri takılıyor kişiye göreceli küçük ya da büyük süzgeçlerde. İşte tam da bu noktada inandığımız güvendiğimiz düşüncelerin, hareketlerin peşinden gidiyoruz. Ama kimi nasıl takip ettiğimizi uzun uzadıya düşünmüyoruz. “Kimi takip edeceğine dikkat et. Ancak onun kadar ileri gidebilirsin!” demiş Türk Edebiyatındaki önemli isimlerden Peyami Safa. Ama nafile sormuyoruz, sorgulamıyoruz, oynayıp duruyoruz bu devasa bilgisayar oyununu. İnsanoğlu bilmiyor ne ve niye oynadığını, çünkü hisleri bilgileriyle ters orantılıdır insanın, ne kadar az bilirse, onu o kadar şiddetle müdafaa eder. Eh bizde oynayıp duruyoruz.

Bu oyunda Türk toplumunun başına üzücü bir olay geldi, yıl 1999. Bir göstergemiydi artık bilinmez Türk toplumu iki önemli olay yaşadı gününü ve geleceğini değiştiren. Acı ve korkunç bir deprem öncelikle karşılaştığımız, hemen 4 ay içerisinde ise Helsinki zirvesi. Nedir peki bu iki olayın en önemli ortak paydası… Türkiye’deki sivil toplum hareketleri ön plana çıkmaya başladı. Hem de hızla atılan bir ok gibi fırladı yerinden, bir yanıyla korku verici, bir yanıyla heyecan uyandırıcı yeniliğiyle. Gerçi fırlatılan bu OK dile gelse kendi iradesiyle yola çıktığını söylerdi ama çok da sorgulanmadı çünkü iyi gidiyordu ve yeniydi bizler için.

Bu olay birtakım soruları koydu önümüze ve en önemlisi, en çok üzerinde konuşulanı “Sivil Toplum nedir?” oldu. Voltran’ın kardeşimi acaba, ya da çocukluk arkadaşı mı? Gayet zor bir kavram Sivil Toplum, tanımını yapmak için. Birçok filozof ve sosyolog, nice tanımlar yaptılar, nice düşünür halen araştırmakta. Sivil toplumun devletten bağımsız bir mekanizma olduğunu savunan Locke, devleti kontrol etmekle yükümlü bir alternatif olarak tanımlayan Konrad, daha ılımlı bir yaklaşımla devlet ile sivil toplum arasında keskin çizgilerin olmadığını savunan Montesquiue bu filozoflardan birkaçı. Peki ya gerçekten nedir bu sivil toplum? Cevap için kelimelerin anlamlarını teker teker incelemek faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Türk dil kurumu sözlüğüne göre toplum; nitelikleri bakımından bir bütün oluşturan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü anlamına gelmektedir. Sivil ise askeri olmayan, üniforma veya özel bir elbise giymemiş kimse diyen tanımlanmaktadır. Bu iki kelimeyi yan yana getirmek anlamlarını sırayla söylemekten ibaret olamaz. Burada dikkatleri üstüne toplayan ve her iki tanımda da ortak olan kelime birey(kimse)dir. Birey günlük hayatında elbette ki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorundadır ve daha iş yolunda giymektedir şapkasını. Bu şapka altında kişi etrafındaki toplumsal sorunlardan gayet de uzak ve alakasız bir şekilde gününü sonlandırmak istemektedir. Tüm gün aynı şapka altında bulunan bireylerin saçlarında o şapkanın izleri mutlaka oluşmaktadır. İşte bu noktada kafasındaki aksesuar ile tüm gününü geçiren birey artık “sivil”in tanımı ile tam anlamıyla ayrı köşelerde durmaktadır. Bizler günlük yaşam temposunda sivillikten gayet uzak gene oynuyoruz oyunumuzu. En saf duygularımızı, vicdanımızı ve kalbimizi çıkarıp asıyoruz portmantoya evden çıkarken. Geri geldiğimizde ise her geçen gün daha da tozlanan ve paslanan bu kırılganları kimi hatırlıyor kimi görmüyoruz ta ki yatağa girene dek. Büyüklerimiz yatağa küs girme derler, kimle aran bozuksa düzelt öyle gir yatağına!. Çok vefakâr kalbimiz var, ne kadar unutsak da onu bir yerlerde, gelir yerleşir biz uyurken içimizdeki yerine. Çünkü insan saftır, temizdir uykuya daldığı zaman. İnsan SİVİL’DİR uykusunda. İşte bizler uykumuzdaki saflığı, temizliği ve iyi niyeti arıyoruz ve bu arayış içerisinde kendimize yol arkadaşları arıyoruz. Beraber yürümeye çalışıyor, oynadığımız bu oyunun içerisine iyi huylu bir virüs sokuyoruz. Ve bunu da sivil toplum olarak adlandırıyoruz. Bir başka deyişle gönlümüzden kopan iyi niyetli, daha mutlu, huzurlu ve insanca yaşama kaygısı, çabasını ortaya koyuyoruz.

Oyunun terminolojisini kullanarak yeni bir anlam ortaya çıkartıyoruz. Devletin şekillendirmediği, kendi öncelik ve renkliliğine terk ettiği aynı zamanda aktif ve örgütlü politik duruşların sürecini ifade ediyoruz. Çünkü hepimiz bu duruşun bir parçasıyız ve bunu gönüllü yapıyoruz. Tam da bu noktada sivil toplumun iki ayrılmazından bahsetmek gerek. Öncelik sırası göreceli olarak değişse de bence ilki gönüllülük hamuru. Yoğrulmayı bekleyen bir hamur. Çok saf şu günlerde, nereye uzatsan gelecek ucu. Orta çağın yenilmez silahı kılıç ya da fırlatılan bir ok kadar keskin. Bir hayat kurtarırcasına gerekli, alırcasına zalim… Yabancı dillerde özgür irade ve buna bağlı davranış anlamına geliyor gönüllülük, Türkçede ise buna ek olarak gönül koyma, gönül verme, kendini adama gibi anlamları da var. Aslında her şeyden öte gönüllük diyince işin(!) içine giren birey olma kaygısı, sivil toplumun temelinde yatan bir gerçek. Yarınlar için olumlu bir kaygı, değiştirebilmek adına güç aldığımız bir temel. Fakat birey olma kaygısı bazen tehlikeli noktalara ulaşıyor içimizde ve Tolstoy’u tekrar haklı çıkartıyoruz. “Bir insanın kendisini kesrin payı kendisini ne zannettiği ise kesrin paydasını oluşturur. Kesrin paydası yükseldikçe değeri küçülür.” Evet, kesinlikle katılıyorum. Bizler gönüllülüğü kendimiz için yapıyoruz. Utanılacak sıkılacak bir söylem değil aslında. Gayet de yerli yerinde. Eh eninde sonunda yatağımızdaki huzuru aramıyor muyuz? Peki, neden hala korkuyoruz!

Sivil toplumun bir diğer ayrılmazı ise kaynak. Gönül kaynağını bir kenara ayırırsak, maddi kaynaklar bu iyi huylu virüsün yayılması için çok elzem. Ne de olsa virüs de bu oyunun içerisinde gelişmeli. Öyle değil mi? Bu konuda yapılabilecek tek bir şey var diye düşünüyorum.
“Bana söylersen unutabilirim,Gösterirsen anımsayabilirim,Ama beni de katarsan anlarım.”
Anonimlerin gerçeğe dönüşmesini sağlamak ve olabildiğince sıkı tutmak ucunu.


İnsanlık için çok önemli bir isim olan MAHATMA GANDHI’NİN, kısacık sivil toplum hayatımda inandığım birçok değere temel olan şu sözlerini paylaşmak istiyorum:

Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür.Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.Karakterinize dikkat edin, KADERİNİZ OLUR.

Bu oyun içerisinde kıpırdanmaya başlayan bu iyi huylu virüse tutulmanız dileğiyle…

Wednesday, August 30, 2006

Yahu



cok onemli isimler var...
cop cop, sap sap, cek cek, got got, tik tik, vos vos, lo lo, pis pis, cit cit..onemliler..sanirim biliyorlar..peki ya sen..var mi..