Friday, September 01, 2006

SiVil..

Uzun solukların sessizleştiği, yarının bugünden değersiz hale geldiği, sözcüklerin olumsuzlaştığı, söyleşilerin boşaldığı, ilişkilerin basitleştiği bir bilgisayar oyunu hayat ve kibirlice duruyor karşımızda. Elimize yakışmayan kumandalarla ne kadar da aşinayız bu oyuna, bir o kadar da bizim bu oyun, biz yazıyoruz sonraki bölümlerini. Amaç ne diye soran yok bu oyunda, sonunda ne var, ne elde ederiz soruları çok uzak bizlerden. Tek düşündüğümüz yüksek bir skor yapmak ve adımızı yerleştirmek rakiplerimizin üstüne. Üstüne evet üstüne bir de inkâr ederiz, değişik kılıflar buluruz oynama amacımıza. Konuşmaya, yazmaya başladığımız günden itibaren bilinçsizce içindeyiz zaten bu oyunun. Pek azımız konuşmaya başladığımız günden itibaren dinlemeye mecbur bırakılmadık, pek azımız şanslıyız bu oyunda. Şanslı örneklerimizden birisi Voltran. Tanımayanımız var mı Voltran’ı. Hani etrafta bir sorun olur, uçarak gider elinde sonradan çıkarttığı ışın kılıcıyla. Nedendir bilinmez ayağı, bacağı, gövdeyi oluşturan cengâver aslanlar çözemez etrafındaki sorunları tek başlarına. İlla ki Voltran’ı oluşturmalılar. Sonra da ışın kılıcını. Nedir bu birleşmenin sırrı merak ettim çocukluğumda, şimdi ise daha iyi anlıyorum sebepleri yaşadıkça birey olarak yalnızlık korkusunu kalabalıklar arasında.

Kuru kalabalıklar arası koşturmaları yaşıyoruz ve yol arkadaşları ediniyoruz süreçte ister istemez, sırtımızı yaslayabileceğimiz birilerini arıyoruz. Ve mantık ve gönül süzgecimizden geçiyor insanlar habersiz, kimileri takılıyor kişiye göreceli küçük ya da büyük süzgeçlerde. İşte tam da bu noktada inandığımız güvendiğimiz düşüncelerin, hareketlerin peşinden gidiyoruz. Ama kimi nasıl takip ettiğimizi uzun uzadıya düşünmüyoruz. “Kimi takip edeceğine dikkat et. Ancak onun kadar ileri gidebilirsin!” demiş Türk Edebiyatındaki önemli isimlerden Peyami Safa. Ama nafile sormuyoruz, sorgulamıyoruz, oynayıp duruyoruz bu devasa bilgisayar oyununu. İnsanoğlu bilmiyor ne ve niye oynadığını, çünkü hisleri bilgileriyle ters orantılıdır insanın, ne kadar az bilirse, onu o kadar şiddetle müdafaa eder. Eh bizde oynayıp duruyoruz.

Bu oyunda Türk toplumunun başına üzücü bir olay geldi, yıl 1999. Bir göstergemiydi artık bilinmez Türk toplumu iki önemli olay yaşadı gününü ve geleceğini değiştiren. Acı ve korkunç bir deprem öncelikle karşılaştığımız, hemen 4 ay içerisinde ise Helsinki zirvesi. Nedir peki bu iki olayın en önemli ortak paydası… Türkiye’deki sivil toplum hareketleri ön plana çıkmaya başladı. Hem de hızla atılan bir ok gibi fırladı yerinden, bir yanıyla korku verici, bir yanıyla heyecan uyandırıcı yeniliğiyle. Gerçi fırlatılan bu OK dile gelse kendi iradesiyle yola çıktığını söylerdi ama çok da sorgulanmadı çünkü iyi gidiyordu ve yeniydi bizler için.

Bu olay birtakım soruları koydu önümüze ve en önemlisi, en çok üzerinde konuşulanı “Sivil Toplum nedir?” oldu. Voltran’ın kardeşimi acaba, ya da çocukluk arkadaşı mı? Gayet zor bir kavram Sivil Toplum, tanımını yapmak için. Birçok filozof ve sosyolog, nice tanımlar yaptılar, nice düşünür halen araştırmakta. Sivil toplumun devletten bağımsız bir mekanizma olduğunu savunan Locke, devleti kontrol etmekle yükümlü bir alternatif olarak tanımlayan Konrad, daha ılımlı bir yaklaşımla devlet ile sivil toplum arasında keskin çizgilerin olmadığını savunan Montesquiue bu filozoflardan birkaçı. Peki ya gerçekten nedir bu sivil toplum? Cevap için kelimelerin anlamlarını teker teker incelemek faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Türk dil kurumu sözlüğüne göre toplum; nitelikleri bakımından bir bütün oluşturan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü anlamına gelmektedir. Sivil ise askeri olmayan, üniforma veya özel bir elbise giymemiş kimse diyen tanımlanmaktadır. Bu iki kelimeyi yan yana getirmek anlamlarını sırayla söylemekten ibaret olamaz. Burada dikkatleri üstüne toplayan ve her iki tanımda da ortak olan kelime birey(kimse)dir. Birey günlük hayatında elbette ki yaşamını idame ettirmek için çalışmak zorundadır ve daha iş yolunda giymektedir şapkasını. Bu şapka altında kişi etrafındaki toplumsal sorunlardan gayet de uzak ve alakasız bir şekilde gününü sonlandırmak istemektedir. Tüm gün aynı şapka altında bulunan bireylerin saçlarında o şapkanın izleri mutlaka oluşmaktadır. İşte bu noktada kafasındaki aksesuar ile tüm gününü geçiren birey artık “sivil”in tanımı ile tam anlamıyla ayrı köşelerde durmaktadır. Bizler günlük yaşam temposunda sivillikten gayet uzak gene oynuyoruz oyunumuzu. En saf duygularımızı, vicdanımızı ve kalbimizi çıkarıp asıyoruz portmantoya evden çıkarken. Geri geldiğimizde ise her geçen gün daha da tozlanan ve paslanan bu kırılganları kimi hatırlıyor kimi görmüyoruz ta ki yatağa girene dek. Büyüklerimiz yatağa küs girme derler, kimle aran bozuksa düzelt öyle gir yatağına!. Çok vefakâr kalbimiz var, ne kadar unutsak da onu bir yerlerde, gelir yerleşir biz uyurken içimizdeki yerine. Çünkü insan saftır, temizdir uykuya daldığı zaman. İnsan SİVİL’DİR uykusunda. İşte bizler uykumuzdaki saflığı, temizliği ve iyi niyeti arıyoruz ve bu arayış içerisinde kendimize yol arkadaşları arıyoruz. Beraber yürümeye çalışıyor, oynadığımız bu oyunun içerisine iyi huylu bir virüs sokuyoruz. Ve bunu da sivil toplum olarak adlandırıyoruz. Bir başka deyişle gönlümüzden kopan iyi niyetli, daha mutlu, huzurlu ve insanca yaşama kaygısı, çabasını ortaya koyuyoruz.

Oyunun terminolojisini kullanarak yeni bir anlam ortaya çıkartıyoruz. Devletin şekillendirmediği, kendi öncelik ve renkliliğine terk ettiği aynı zamanda aktif ve örgütlü politik duruşların sürecini ifade ediyoruz. Çünkü hepimiz bu duruşun bir parçasıyız ve bunu gönüllü yapıyoruz. Tam da bu noktada sivil toplumun iki ayrılmazından bahsetmek gerek. Öncelik sırası göreceli olarak değişse de bence ilki gönüllülük hamuru. Yoğrulmayı bekleyen bir hamur. Çok saf şu günlerde, nereye uzatsan gelecek ucu. Orta çağın yenilmez silahı kılıç ya da fırlatılan bir ok kadar keskin. Bir hayat kurtarırcasına gerekli, alırcasına zalim… Yabancı dillerde özgür irade ve buna bağlı davranış anlamına geliyor gönüllülük, Türkçede ise buna ek olarak gönül koyma, gönül verme, kendini adama gibi anlamları da var. Aslında her şeyden öte gönüllük diyince işin(!) içine giren birey olma kaygısı, sivil toplumun temelinde yatan bir gerçek. Yarınlar için olumlu bir kaygı, değiştirebilmek adına güç aldığımız bir temel. Fakat birey olma kaygısı bazen tehlikeli noktalara ulaşıyor içimizde ve Tolstoy’u tekrar haklı çıkartıyoruz. “Bir insanın kendisini kesrin payı kendisini ne zannettiği ise kesrin paydasını oluşturur. Kesrin paydası yükseldikçe değeri küçülür.” Evet, kesinlikle katılıyorum. Bizler gönüllülüğü kendimiz için yapıyoruz. Utanılacak sıkılacak bir söylem değil aslında. Gayet de yerli yerinde. Eh eninde sonunda yatağımızdaki huzuru aramıyor muyuz? Peki, neden hala korkuyoruz!

Sivil toplumun bir diğer ayrılmazı ise kaynak. Gönül kaynağını bir kenara ayırırsak, maddi kaynaklar bu iyi huylu virüsün yayılması için çok elzem. Ne de olsa virüs de bu oyunun içerisinde gelişmeli. Öyle değil mi? Bu konuda yapılabilecek tek bir şey var diye düşünüyorum.
“Bana söylersen unutabilirim,Gösterirsen anımsayabilirim,Ama beni de katarsan anlarım.”
Anonimlerin gerçeğe dönüşmesini sağlamak ve olabildiğince sıkı tutmak ucunu.


İnsanlık için çok önemli bir isim olan MAHATMA GANDHI’NİN, kısacık sivil toplum hayatımda inandığım birçok değere temel olan şu sözlerini paylaşmak istiyorum:

Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür.Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.Karakterinize dikkat edin, KADERİNİZ OLUR.

Bu oyun içerisinde kıpırdanmaya başlayan bu iyi huylu virüse tutulmanız dileğiyle…

1 comment:

Anonymous said...

söyledikleriniz, kaderiniz